07.08.2014; içimdeki sıkıntının tarifi olmayan bir gündü.Yaz ortasında kış mı yoksa kış ortasında yaz mı bilemiyorum dediğimi hatırlıyorum sadece..İzmir yağmurluydu o gün ve dahi bendeniz de pek karamsar... Sayılı saatler sonra dedemin ölüm haberini aldık.
Onu en son 3 Ağustosta bir hastane odasında görebildim; aynı günün gecesi yoğun bakıma alındı.Durumu ağır olduğu için bir daha ziyaretine izin verilmedi.Yemeden içmeden kesilmiş; mini minnacık kalmıştı.Yine de huysuz ve tatlı tavrından taviz vermedi son günlerinde..Sanırım; o da son günlerini yaşadığını en az benim kadar hissetmişti ki; o günü hepimize tatlı birkaç söz söyleyerek tamamladı.Her zamanki sözleriyle sevdi beni."Güzel kızım,tatlı kızım,dedem..!" Her gün tam ziyaret saatinde orada olup; en son ayrılmamıza rağmen; "Yarın erken gelin.." diye eklemeyi ihmal etmedi.Ertesi gün erken gidemedik; nitekim bu onu son görüşümüzdü.
"Dede" ; bu benim ilk söylediğim kelime.Aslında biz büyük bir aileyiz.Annem, babam, anneannem, dedem ve ben..Kendimi bildim bileli bir evin içinde döner dururuz hepimiz.O yüzdendir ki ilk -dede demeyi öğrenmişim ben.Gerçi "-dedededede" diye söylüyormuşum ama olsun.
Güzel bir çocukluğum vardı, dediğim gibi kendi çapımızda geniş bir aileydik.İyi günde kötü günde hep birbirimize dayandık.
Dedemi düşününce aklıma hep çocukluğum gelir.Bir evin bir kızı, tek çocuk ve tek torunum ben.El bebek gül bebek büyüdüm.Bir onun kucağında tıpışlandım, bir ötekinin..
Bir yaramazlık yaptığımda dedemin arkasına saklanırdım hep.."Gel dedem sen, gel, otur yanıma.." Akabinde de bizimkilerden fırça yerdi bir de; "Eh baba; sen şımarttın bunu vallahi.." Bu yüzdendir ki; gözümde hep arkasına güvenle saklanılacak koca bir kalkan olarak kaldı dedem..
O zamanlar oturduğumuz evin altında bakkal vardı.Dedemle uğrak mekanımız; her işten geldiğinde beni aşağıya çağırır bakkaldan bir şeyler almamı isterdi.Çikolatalar,sakızlar,şekerlemeler, her ne ise işte..Büyüyüp koca kız olduğumda dahi; eve bir arkadaşımı çağırsam; "Dedem para vereyim de bakkaldan bir şeyler alın." demeyi ihmal etmedi.Ben her ne kadar koca kız oldum desem de kabul ettiremedim ve o bana hep bakkaldan bir şeyler almaya devam etti...
Her gün takım elbisesini giyer; pek sevdiği kahverengi deri iş çantasını eline alır bürosuna giderdi.Eğer akşamdan onunla gitmek istediğimi söylemişsem mutlaka beni de götürürdü.Büyük sofralar kurmayı, misafir ağırlamayı, Türk sanat müziğini, at yarışlarını, rakıyı, uzun yemek sohbetlerini, fakir fukaraya bir şeyler dağıtmayı, güzel giyinmeyi severdi.Sabahları kahvaltı yapmayı sevmediğim için benimle yemek bitirme yarışı yapmayı da..Hep ben kazanırdım tabi...Hızlı yediğimden değil; sadece dedem yavaş yediğinden.
Onu bir gün bile traşsız görmek nasip olmadı.Asla boş durmayı sevmezdi.Emekli olduğunda dahi erken saatlerde kalkıp traşını oldu, günlük giysilerini giydi ve hep kendine bir meşgale buldu. Ta ki 5 sene öncesine kadar..Şeker hastası olduğu için bir bacağını kaybetti ve bakıma muhtaç hale geldi.Onunla birlikte son 5 senesinde bizler için de hayat güçleşti elbet; ama inanın ki; nefesi yeterdi..Son zamanlarında onun traşsız görmeye alışır olmuştuk, pijamalarıyla oturmasına ise çoktan alışmıştık..
Ama ne biliyor musunuz; dedemi düşündüğümde aklımda o halini canlandırmakta güçlük çekiyorum.Benim hafızamda kalan haliyle dedem; sinek kaydı traşıyla, boğazına kadar çektiği kravatıyla, kolonya kokusu ve kahverengi deri iş çantasıyla en önemlisi iki bacağıyla dimdik duruşuyla...İzmir efesi..
Akşamdan yarın onunla bürosuna birlikte gitmek istediğimi söylememe rağmen; beni geri çevirdiğini ve ilk kez beni götürmediğini düşünüyorum şimdi...
Onun öylece; takım elbisesiyle, pek sevdiği kahverengi çantasını yanına almış, arkasında limon kolonyasının kokusunu bırakarak, iki bacağının üstünde yavaş yavaş evden çıkıp gittiğini varsayıyorum...
Hoşçakal İzmir Efesi.
Hakkını helal et...